Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




iletişim yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
iletişim yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mayıs 2016 Çarşamba

Süper Kahramanlar Yüksekten Korkmaz / Colas Gutman

Colas Gutman'ın daha önce "Çocuk" ve "Rose" kitaplarını okumuş ve her ikisini de çok sevmiştim. Bu kitabının kapağını sevmediğim başka bir kitap kapağına benzettiğim için olsa gerek okumakta biraz tereddütteydim. Geçenlerde Feride'nin kızı Saliha'nın elinde bu kitabı görüp, kitabı okurken kıkır kıkır güldüğünü de öğrenince bu öğlen (2 ay önce 'bu öğlen') Gutman'ın dünyasına yeniden girmek için heyecanla bekledim.
"Süpermen, Batman, Örümcek Adam...hepsinin kahramanlıklarına başladıkları bir gün olmuştur. Ben, Maurice Ackerman, süper kahramanlığa bir pazartesi günü merdiven boşluğunda başladım."
Bu cümle ile başlayan bir kitaptan ben ne beklerim?
Maurice ile az buçuk da olsa tanışmayı, neden bir süper kahraman olmak istediğini öğrenebilmeyi ve acaba gerçekten süper kahraman olabilmiş mi diye heyecanla okumayı. Ve elbette yazar Colas Gutman olduğu için ince esprilerle kıkırdamayı!
Tüm beklentilerim karşılandığına göre size biraz Maurice'ten bahsedebilirim.
Tam 3 yaşındayken atladığı 3 merdiven basamağından 'mucize' eseri yara almadan kurtulur ve kahramanlık hikayesi tam olarak burada başlar Maurice yani Momo'nun: Süperackerman. Havada asılı kalıp sabun köpüğüne dönüştüğü o birkaç saniye hayatının geri kalanı için aslında bir dönüm noktasıdır.
Cadıcılık oynayan, güvercinleri hipnotize etmeye çalışan kardeşi Myriam ve onu "eh işte" dinleyen anne babası ile ev hayatı pekiç açıcı sayılmaz.
Maurice'e alışveriş torbalarını taşıtan Bayan Polenta ile kapı arkası sohbetleri ve Bayan Polenta'nın bulaşık deterjanı tadında kurabiyeleri ise apartmandaki neşesidir.
Ama asıl 'karın ağrısı' okuldaki Juliette'dir:
"Juliette tam olarak kumral değil, çünkü güneş geldi mi saçları sarı sarı parlıyor; tam olarak komik de sayılmaz, çünkü komik bir şeyler anlattığında yüzüm yamulacak diye korkudan gülemiyorum.Atletik değil, bilekleri çok ince ama narin de sayılmaz... Evet, Juliette Baccara'ya baktığım zaman tonton bir nineye dönüyorum ve sırt çantam da ağzına kadar dolu bir alışveriş sepetine dönüşüyor."
10 yaşındaki bir çocuğun okul hayatında karşılaştığımıza şaşırmayacağımız 'okul tipi zorbalar'ın isimleri beni çok güldürdü: Genç İrisi, Hoyrat, Kuş Beyinli ve Plastik Adam.
Okula yeni başlayan Jüpiter ise öğretmenin "Kendini tanıtır mısın?" sorusuna cevap olarak "Küçük kuşları çok severim."dediği için elbette komik isimli zorbaların hedefi haline gelecektir.
Ama panik yok! Ne de olsa 'Süperackerman' zor durumda olan herkesin yardımına koşmaya hazır.

Kısacık bir kitabın içerisinde altını çizdiğim şahane cümleler, arkadaşlık-dostluk-aşk ilişkileri, okul ve ebeveyn sorgulamaları var.
anne ve babalar için çocuklar benzer endişeler hissediyor sanırım:
"Babamın düşkırıklığıyla ufacık kırıntılara bölünecektim, annemin üzüntüsüyle galaksinin dört bir yanına savrulacaktım."
Öğrencilerin 'karıncalar' , öğretmenlerin 'kahve içiciler' (ülkemize uyarlarsak 'çay içiciler') olarak adlandırıldığı bir okuldan bahsediyor Maurice.
Yaşadığı ilk aşka, 'uzaydan gelme' bir arkadaşın hikayesine ve gözümden yaş gelecek ilk üzüntüsüne ortak olduğum için gurur duydum kendimle.
Her zaman denk gelmez bir süperkahramanın ilk'lerini bizzat kendinden dinlemek, öyle değil mi?

"Benim adım Maurice Ackerman. Yazları mavi bir tişört giyer, kışları gri bir atkı takarım ve ben bir süper kahramanım."

Süper Kahramanlar Yüksekten Korkmaz
Özgün Adı: Les super-heros n'ont pas le vertige
Yazan: Colas Gutman
Çeviren: Tuvana Gülcan
Yaş Grubu: +8
İletişim Yayınları, 2012, 79 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

9 Şubat 2016 Salı

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku / İlhami Algör

Bir kitabı sadece ismi ya da kapağı sebebiyle merak edebiliriz.
İlhami Algör'ün İletişim Yayınlarından çıkan bu kitabını sanırım tüm sosyal medya okuduktan sonra "hah tamam, bir de şimdi ben okuyabilirim" deyip sepetime atmıştım geçmiş bir tarihte.
Aralık sonu gibi düzenlediğim kitaplığın yetişkin edebiyatı bölümünde 20den fazla "çok merak ediyorsun bu kitapları, bak ne duruyorsun" köşesi yapmıştım. Lakin çocuk edebiyatı benim için o kadar keyifli geçiyor ki, açıkçası yetişkin edebiyatına ayıracak vaktim pek de olmuyor. "Her tercih bir vazgeçiş" tabii :)
Gece zor uyuyan, gece boyu da sıklıkla uyanan (hakkını yemeyeyim bazen de az uyanıyor) bir yavrunun annesi olarak hafta sonları Elifin uyku saatlerinde mümkün mertebe bir şeyler okumaya çalışıyorum. O uyurken ütü yapayım derdim yok, onun vakti ayrı. Zaten ütüyü açıp tam havama girdiğimde Elif 35. dakika uykusundan uyanabilir :) Kısacası dezavantajlı görünen şeyleri avantajlı duruma çevirme konusunda maşallah uzmanlaşmaya başladım.
İşte geçen hafta sonu da sabah uyanmış, ancak bunun farkına bir türlü varamayan Elif'i gideyim de salonda oyalayayım dedim ama uyumak ister gibi bir hali de olunca aldım kucağıma. Arada tek gözünü açarak bana bakıp beni oynattığını düşünsem de halimden memnundum. Annemden bana bir kitap vermesini istedim, "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" kitabı da elindeki seçeneklerden biri olunca, "hah"dedim, "doğru zaman, bu zaman".
Elifi kucağımda değişik pozisyonlarda uyutmaya çabalarken bu kısacık kitabı okudum bitti.
Hikayeyi daha farklı düşünmüştüm ama konusundan ziyade yazım dili beni fazlasıyla tatmin etti kitabın.
Annem de "Aa Müzeyyen Senar'dan mı bahsediyor kitap?" diye sevinmişti ama, ona "içinde biraz Sadri Alışık biraz Orhan Gencebay var istersen" dedim :)

Yazarın ve tabii karakterinin zihin akış hızına hayran kaldım. Okumakta güçlük çekmedim ama yanımda kalem olmadığından herhangi bir not da alamadım. Uykusu zottirik kızıma bu kitabı tek solukta okuma imkanı verdiği için de ayrıca teşekkür ederim.
                                                                               ***
Blogda "yetişkin edebiyatı" kategorim yok yalnız, bu kitapları nereye koysam bilemedim. "Özgürlük Hapishanesi" de tokat gibi vurdu geçti, onu ayrıca yazacağım. Şu an okuduğum "Başka ZAman Kütüphaneleri" kitabında henüz 1/3teyim, hala sevemedim.
"çok merak ediyorsun bu kitapları, bak ne duruyorsun" köşem kabarık ama Nurşen Abla sayesinde giriş yaptığım Mahir Ünsal Eriş üçlemesinden sonra çok daha fazla yetişkin edebiyatı okuyorum. Bir kocaman teşekkür de sana Leylak Ablacığım :)
                                                                               ***
Lafı dolandırıp resmen kitaptan bahsetmeden bu yazıyı bitirecektim :) Kitabın konusu şöyle: -adını bilmiyorum- bir adam var, bir de kadın var - malum adı Müzeyyen- ve bir de adamın hayalleri, yokuşları, iniş-çıkışları, sigaraları, daktilosu, kapı kilidi var.
Kitabın içindeki desenler biraz depresif olsa da kitabın ruhuna uymuş, ben sevdim.
Bu kitabın "çok merak edilenlerde" olmasının en önemli sebebi bence ismi. Bu isim tercihi yazara mı ait yoksa editöre mi acaba? (Levent Cantek'e 'blogunuz pek güzel' diyeceğime bunu sorsaymışım kitap fuarında :)
Filmini henüz izlemedim ama izlediğimde yorumumu buraya eklerim.
* Blogdaki kategorilerim kaybolmuş, hiç söylemiyorsunuz ve ben yeni fark ettim, amanın şu an şoktayım :(

Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku
Yazar: İlhami Algör
Desenler: Seda Mit
İletişim, 2015,58 sy, karton kapak
Devamını oku »

21 Ekim 2015 Çarşamba

Küçük Hanım

Birinin tavsiyesi ile bir kitabı alıp okumuş ve beğenmişsem mutlu oluyorum. Bazı güzel kitapları kendim keşfettiğim zaman ise çok acayip mutlu oluyorum. Arada biraz fark var yani benim açımdan. Çünkü hızlı bir devirde yaşıyoruz ve ne yaparsak yapalım kitapçıda görmesek bile sosyal medyada ya da bir tanıtım broşüründe kitapların kapağına illa ki rastlıyoruz. Bende bu şekilde olup yüzü eskiyen ama aslında hiç okumadığım kitaplar var. "Okumuş kadar oldum" bu demek herhalde :)
Son dönemlerde ise ne yazık ki kitapçılardan alış veriş yapamıyorum. Bu durum için üzülüyor olsam da maddiyat olarak bunu karşılayamıyorum çünkü internetten aldığımda en az 1 kitabı ücretsiz almış gibi hissediyorum. Ama bazen de kitapçıda gezerken "hiç kaçırmamam gereken", "o an okumam gereken" bir kitap varsa onu mutlaka alıyorum. Hatta yanımda o kitabı çalmaya gelen biri varmışçasına kitaba sarılarak kasaya gidiyorum sanırım, sonradan fark ettim :)
İki hafta sonu önceydi galiba, eve yakın minnak bir kitapçı var (eve yakın dediysem 7 km falan :) orayı gezmeyi seviyorum çünkü fazla satışı olmadığından kıyıda köşede kalmış kitaplar oluyor, ben de onları karıştırıyorum. İşte o karıştırma sırasında bir kitaba rastladım. İletişim Yayınlarının olunca hemen durdum çünkü benim için bu kırmızı alarm demek oluyor. İletişimden okuyup da sevmediğim kitap hatırlamıyorum :) İsmi güzel, kapak güzel, ilk paragraf şahane derken kitaba şöyle bir baktım. Ve ne göreyim? Kitap resimli. Amanın tadından yenmez ki şimdi bu! "Okul Çağı" dönemi kitaplar içinde bulunabilecek en güzel şey resimli olması bence. Koştum yine kasaya ve hemen aldım kitabı. O gün okumaya başladım ve ertesi gün de bitirmiştim zaten. Bazen büyük çelişkiler yaşıyorum kitap okurken "okumalıyım çok merak ediyorum" ile "okumamalıyım, bitti bitecek" arasında kalıyorum. (Manolito'yu ısrarla bitirmedim bu yüzden ehehe) Şu ara okuduğum Gizli Bahçe kitabı da öyle. Neyse konuyu değiştirmeyeyim. Bu kadar girişten sonra kitaptan bahsedebilirim sanırım :)


Kitapta pek tatlı bir kız var, ismi Lilly. Dediğim gibi çizimleri de olduğundan zihnimde canlandırmak çok daha keyifli oldu bu hikayeyi. Lilly'nin ailesi kapısında altın bir çörek olan yeni bir apartmana taşınırlar. Ve orada Lilly Küçük Hanım ile tanışır.
"Arka avluda oturuyor. Boyu yetişkin bir penguen kadar, hava nasıl olursa olsun safari kıyafetini giyer ve şemsiyesi sayesinde istediği zaman bukalemun gibi renk değiştirebilir. Bukalemun gibi renk değiştirmek mi?"
Bundan sonraki kısmı yazmayayım ama Lilly ve Küçük Hanım'ın başından geçen tatlı bir hikaye olduğunu söyleyebilirim. Bir ara ben de bukalemun gibi renk değiştirebilir miyim diye çok düşündüm ama yapamadım sanırım, Elif "anne" diye ebeledi beni :)
Bahçenin en güzel yerine "çocukların girmesi yasaktır" yazan Leberwurst (ciğer sucuğu) isimli apartman görevlisini gerçek hayatta tanımadığıma çok sevindim. Yoksa kesin kavga ederdik. (ya da ben en fazla: pardon bakar mısınız, lütfen o yazıyı kaldırır mısınız, derdim. O da "yooo" derdi. ben de ona bir şey diyemeden çok kızardım içimden, gözlerimden kocaman alevler çıkardı falan :) Zihnimde bile canlandırdığıma göre bu ciğer sucuğu amca beni bayağı etkilemiş olmalı.
"Adam uzun boylu ve zayıftı, ama en kötü yanı, içinden süpürgesininkiler gibi siyah kılların çıktığı devasa burun delikleriydi."
Çizim yine sevimli hani :)
Kitapta Lilly'nin annesini de çok sevdim.
"Koşarak mutfağa girdi, annesi masanın başında durmuş, hamur yoğuruyordu. Mikserle değil, elleriyle. Hamur parmaklarının arasından fışkırıyordu. Ellerine, saçlarına ve burnuna yapışıyordu. Çünkü annesi hamur yoğurduğunda, bunu bütün kalbiyle yapardı."

paragrafın yanındaki "mmmm" ağzımın sulandığının ifadesi :)
Ben de istiyorum Küçük Hanım ve Lilly ile cengelde salafariye çıkmak ve tofoğraf çekmek. Ben de ben de :) Sanırım bu hikayede en çok kıskandığım yer de 8 yaşındaki Lilly'nin böyle tatlı bir arkadaşı olması ve onunla yaşadığı macera. Bu ara hep bahçeli kitaplara denk geldim, çok mutluyum. Laf yine "Gizli Bahçe"ye gitti bu arada :)
Lüçük Hanım'ı okurken şemsiyesinden mi yoksa içinde tatlı sihirli şeyler geçtiğinden mi bilmiyorum aklıma Mary Poppins geldi. 
Kısacık, keyifli, hani pasta olacak olsa tek lokmalık çifte kavrulmuş kıvamında, bukalemunlu, çörekli neşeli bir hikaye oldu benim için Küçük Hanım.
Çizimleri ise inanılmaz güzeldi, dönüp dönüp baktım diyebilirim.

Resim yazısı ekle

Bu hikayeyi okuduktan sonra şunları düşündüm/sordum kendime:
- Yazar acaba bir zamanlar Küçük Hanımla tanışmış mıydı?
- Bukalemun Chaka oldukça tatlı değil miydi?
- Lilly'nin yerinde ben olsam ne yapardım, bu sırrımı aileme söyler miydim?
-Kitabı daha da çekici kılan şey yoksa çizimlerinin başarısı mı?
- Küçük Hanım karakteri yazarın aklına nereden geldi?
- Ben de böyle renk değiştirmek ister miydim istediğim zaman? (Kesinlikle evet!)
- Yakın zamanda yine böyle tatlı bir kitap keşfedebilecek miyim? (işte bu çok önemli...)
* İletişim yayınlarına ayrıca sadece 1 sayfada imla hatası yaptıkları için teşekkür ediyorum, son zamanlarda okuduğum kitaplar bu açıdan beni zorluyor...
** Kitabı kendim keşfettim gibi yazmışım ama internette şöyle bir bakınca aslında BDK'da Yıldıray'ın Küçük Hanımdan bahsettiğini okudum, belki de bilinç altı böyle bir şeydir :)

Küçük Hanım
Özgün Adı: Die Kleine Dame
Yazan: Stefanie Taschinski
Resimleyen: Nina Duleck
Çeviren: Ayça Sabuncuoğlu
Yaş grubu: 8+
İletişim Yayınları, 2013, 116 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

12 Temmuz 2015 Pazar

Mahir Ünsal Eriş - Üçleme :)

Bak yine havalı bir başlık attım, yazar okusa bu başlığı güler herhalde(en iyi ihtimalle). Mahir Ünsal'ın 3 kitabı hakkında bir şeyler yazacağım ama tüm kitapların isimlerini başlık olarak yazsam sistemin hata vereceğinden korktum işin aslı o yüzden de üçleme dedim.
Çocuk edebiyatına o kadar dalmışım ki uzun süredir yetişkin edebiyatından doğru düzgün bir şey okumadım. Arada canım sıkıldıkça kitaplığı karıştırıp sayfa aralarına bakıyordum o kadar, neden bilmiyorum. Kilidi çözen Leylak Dalı Nurşen Ablanın bize hediye ettiği bir kitap oldu. Hatta o yüz ifadesi hala aklımda "çok karakter var ama bence seversin" demişti gülerek.
Yetişkin edebiyatını sadece kitapçıda gezindiğim kadar, kitap eklerinde okuduğum kadar, sosyal medyada paylaşılan kadar biliyorum detaya inemiyorum o yüzden. Mahir Ünsal Eriş'in kitapları da birkaç yıldır dikkatimi çekiyordu ancak okumak için herhangi bir istek uyandırmamıştı bende. Sadece Erdek-Bandırma'da geçen hikayelerin çok olduğunu duymuş, bu kısmı merak etmiştim. Bir de tabii Ankara.
İtiraf etmem gerekirse bu kadar kısa sürede bu üç kitabı okuyacağımı hiç beklemiyordum çünkü okunacaklar listemde isimleri bile yoktu :) Araya kitap almayı da sevmem genelde, kendime bir yığın yaparım ve elimdeki kitap bittiğinde o anki ruh halime göre bir kitap seçerim ve onu bitiririm, aynı gün de 2. kitaba -genelde- başlamamaya çalışırım ki ilk kitaba haksızlık yapmayayım, onu iyice sindireyim diye. Kitapların da ruhu var bence ne yapayım yani küstüreyim mi onları :)
İki hafta önce perşembe günü "Dünya Bu Kadar" kitabı bana hediye edildiğinde tüm bu sistemim gayet tıkırında işliyordu. Cumartesi günüydü galiba, kitaba şöyle bir bakayım derken kitabı elimden bırakamadım. İlk başta hikayenin amacını anlayamadım, ardı ardına güzel cümleler okuyup su içer gibi satırları lıkır lıkır içerken hikayeden uzaklaştığımı fark ettim. Her 10 sayfada bir yeni bir karakterle yoluma devam etmek ilk başta beni yordu. (Uzun zamandır sadece çocuk edebiyatı okumanın etkisi de olabilir) Derken bu durum çok hoşuma gitti. Pazar akşamına kalmadan kitabım bitmişti. Bir müddet böylece durduğumu hatırlıyorum. Aklıma önyargılarım geldi: "sosyal medyada çok paylaşılan bir kitap kesin çerez bir kitaptır" diye. Güldüm kendime. O hafta perşembe günü işe başladım, iş çıkışı fırsat yaratıp sahafa gittim. Başka kitaplar alıyordum ki gözüm yazarın diğer iki kitabına ilişti. Sahaf da hemen "çok iyi kitaplar" deyince, "Dünya bu kadar'ı yeni bitirdim, sevdim tarzını" dedim. Adam da " Henüz onu okuyamadım ama bu iki öykü kitabı çok çok iyiydi" diye yineledi. Öykü severim ama öykü kitabı sevmem ben :) Yani öyküleri tek tek ve ara vererek, sindirerek okurum, bir önceki hikayedeki karakterden çıkıp bir sonrakine hiç odaklanam. Kitaplığımda ayracı ortalarda duran kitaplar hep öykü kitaplarıdır. O yüzden yazarın ilk iki kitabını "hani bir ara okurum" diyerek aldım. Demek ki henüz kendimi tanıyamamışım, "olduğu kadar güzeldik" kitabına metroya biner binmez başladım. İndiğimde fark ettim ki birkaç öyküyü arka arkaya soluk almadan okuyabilmiş ve bu durumdan hiç rahatsızlık duymamıştım. İlginç... Kendime ve kitaba şaşırmaya devam ederek birkaç güne kitabı bitirdim. Soluk almak istiyordum çünkü nefesimi tutarak okumuştum. Durağan hikayeleri de pek sevmem ben. İlla "peki şimdi ne olacak?" sorusunun peşinden koşmama da gerek yok ama meraklanmalıyım bir yazıyı heyecanla okumak için. Mesela Tatar Çölü kitabında bunu fazlasıyla yaşamıştım. O kitabı da buraya yazmalıyım, çok severek okumuştum.
Yazarın zaten sadece 3 kitabı var, üçüncüsünü çok sonra okuyacağım derken ertesi gün öğle arasında parkta " Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde" kitabına başlamıştım bile. İlk hikayelerin konusu sahiden çok etkileyiciydi.
"Dünya Bu Kadar" kitabını bitirdikten sonra kendime çizelge bile yaptım bu arada, kim kimdi, nerede görmüştüm bu kişiyi, kiminle bağlantılıydı... Çizelgeme tepeden bakınca yazarın zekasına hayran olmuştum.
Hikayeleri okuyunca yazarı daha iyi tanıdım. Bir de hikaye okuyamayan bünyemi arka arkaya hikaye okumaya nasıl kandırdığını ( kendimizi ne kadar önemsiyoruz değil mi,yazar beni-hiç tanımadığı esra'yı- kandırmak için taktik kullanmış mesela :) çözdüm. Hikayeler birbirinden çok kopuk değildi en başta. Parçaları birleştirince Bandırma-Erdek-Ankara-biraz da İstanbul hattında birkaç mahallede aşağı yukarı aynı zaman diliminde yaşayan insanların birbirlerine değmediklerini düşündükleri hikayeler vardı kitapta. Dil, çok akıcıydı. Hani bilmesem elimde tuttuğum metnin bir kitap olduğunu edebiyatı güzel bir arkadaşım bana bir şeyler anlatıyor diyeceğim. Ve evet son olarak kilit nokta da bu, yazarla arkadaş oldum ben. Neredeyse hal hatır soracağım :) Ankarada okumuş olması bile yeter, muhtemelen şu an Ankarada yaşamıyor ama ben Kızılay civarına gittiğimde şöyle bir etrafı kesiyorum buralarda mıdır diye.
"Son" demiştim ama o "son"a ekleyeceğim şeyler de var.
Daha önce bu kadar detaylı karakter analizi okuduğumu hatırlamıyorum. Bu benim eksikliğimden de olabilir bu arada, neticede bir süredir zaten yetişkin edebiyatı okumuyorum. Ama karakterler öyle güzel tasvir edilmiş ki (bak şimdi burada mahir ünsal olsa "tasvir etmek" eylemiyle ilgili yorum bile yapardı :) çoğu yerde durup şunu düşündüm: "acaba ben de bu hikayedeki karakterlerden biri olsam, yazar beni nasıl anlatırdı?"
Aşk, arkadaşlık, kaybedilenler, anneler(lik), vefa, parasızlık... Hikayelerde benim çokça gördüğüm konular. Yazarın aşk hakkında söylediği sözlerin çoğunun altı çizili hatta bazı hikayelerde yanlarına kalp çizmişim. Demek kendimi ne kadar kaptırmışsam okurken, nereye ne yazmışım kitaplar bitince dönüp baktım da öyle gördüm.
Hikayelerin sırası çok hoşuma gitti. Biri önde biri arkada olsa olmazmış sanki. Bir de bir hikayede yardımcı oyuncu olanların diğer hikayede başrol oynayabilmesi ve bunu tatlı niyetine yememiz keyifliydi.
"Bangır Bangır Ferdi Çalıyor" kitabı elimde metro bekledim,metroya bindim (hala okuyorum) derken inmem gerekti ve tam olarak nerede kaldım biliyor musunuz?
"Ateş etmeyin! Kadın hamile!" cümlesinde. Of bak bu yapılmazdı bana. İner inmez okuyacaktım ki vazgeçtim. Kafamda bir müddet olayı yaşayayım istedim. Kendimi gıcıklandıracak kadar meraklandırdım ve bir yerde oturup açtım kitabı sonunda.
Bir nevi bağımlılık yaptı cümleler bende, bunu fark ettiğimde ürperdim ve bu yaz sıcağında yanımda beyaz hırkam olduğu için gülümsedim.





Devamını oku »